İlk Hekimlik Dersi

Diş Hekimi Zeynep Erdoğan

Hani huysuz insanın işi de hep aksi gider derler ya… Benim de öyle oldu. Üniversite hayatımın son sömestri kötü başladı. Annemle bir türlü anlaşamıyoruz, huysuzluğuma verip veriştiriyor. Arkadaşlarımın bana gerekli ilgiyi göstermediği duygusuna kapılıyorum, dile getirdiğimde “kuruntu yapma” diyorlar. Hocalar sanki bana takmış. Hâsılı moralim bozuk. Bütün bunların temelinde, okulu bitirmem için zorunlu olan protez stajında hasta bulamayışım var.

Protez stajı için klasik protez hastası bulmak zorundayım. Ama çevremde o özellikleri taşıyan bir ağız yok.

Komşu, hısım, akraba... nazımın geçtiği herkese ağız açtırdım. Yok, hayır. Üzerinde işlem yapacağım bir ağız bulma kaygısı bende garip bir davranış yaratmıştı. Uzayan akşam konukluklarında, okula giderken belediye otobüsünde esneyen her ağza bakar olmuştum. Hatta gördüğüm insanların, özellikle de yaşlıların nasıl bir ağza sahip olduklarını kendi kendime tahmin etmeye çalışıyordum. Ağızlarını açtıklarında ise tahminimi sınıyordum.

Emekli kahvelerini mi dolaşsam, yukarıdaki gecekondu mahallesi Şentepe’ye mi gitsem diye düşünüp dururken, bana stajı tamamlatacak, dolayısıyla mezun edecek o hasta ayağıma geldi.

O günlerde, hasta bulamamaktan ötürü diş meseleleri bana kâbus gibi geldiğinden, fakülte dışı arkadaşlarımla görüşmek, fakülte dışındaki mekânlarda vakit geçirmek beni biraz olsun rahatlatıyordu. Bunu bilen bir arkadaşım bir sanat galerisine gitmemizi önerdi. Orada samimi bir arkadaşı çalışıyormuş. “Hem resimlere bakar, hem de arkadaşımla tanışır, sohbet edersin,” deyince sessizce onayladım.

Galeri gerçekten güzel bir yerdi. Orada çalışan genç bayan da yumuşak ve içten sesiyle çok cana yakın biriydi. Ben kısa sürede sınıf geçme, okuldan atılma, aileme rezil olma kaygılarımı unutup kendimi sohbete kaptırdım. Fakat nasıl oldu bilmiyorum, konu yine gelip dişe dayandı. “Biz de annemin dişlerini yaptırmayı düşünüyorduk” sözünü galeri çalışanı bayanın ağzından kaptım. Ağzında diş var mı? Var. Evet, tam bana göre bir ağız! Eğer kızı gibiyse, son derece uyumlu bir hasta olacağa benziyor.

Hemen o akşam, annesini görmek üzere galeri çalışanıyla Dikmen Keklikpınarı’na gittik. Hasta, dişini yapacak “hekim”in ayağına gelmesinden memnun. Ben hasta bulmaktan, hem de uyumlu bir hasta bulmaktan ötürü tarifsiz bir sevinç içindeyim. Geniş aile ile birlikte oturduğumuz sofradaki her şey bana mükemmel geliyor. Bir an önce eve dönüp anneme sarılma isteği duyuyorum. Arkadaşlarım ne kadar iyi. Herkes bana olağanüstü sıcak, sevecen görünüyor. Ya hocalarım? Hayır, o konuda emin değilim. Sorgulayıcı bakışlarını üzerimde hissediyorum yine.

Mutlu haberi dostlara saldık, işe koyulduk. Tabii benim zavallı hastam, her şeyi bir çırpıda olacak sanıyor. Nereden bilsin, her aşamada hocanın kontrol yapıp imza atacağını; dört hekim adayına tek hasta koltuk düştüğünü; her birinin kendi hastasını oturtmak için canhıraş bir mücadele verdiğini.

Bazı hastaların uzayan maceralı süreçten, koltuk kapmacadan yılıp ortadan kaybolduğunu duymuş, tanık olmuştuk. Torununun “diş doktoru çıkacağını” söylemekten gurur duyan anneanneme bile bıkkınlık gelmişti. Ama onunki de az eziyet değildi hani! Ben başka hasta bulamadığım için ona tam iki total protez yapmıştım. Biri ağzındaydı, ötekisi ise çekmecede. Fakat benim görüp geçirmiş, çile çekmiş hastam, bu işin uzayıp gitmesine şaşırmasına rağmen her şeye büyük bir sabırla katlanıyordu. Hatta kaygılandığımda, telâşlandığımda o beni rahatlatıyordu.

Ölçüyü aldık, mumlu provayı yaptık. Sıra dişli provaya geldi. Fakat yanlış kapanış yüzünden işlemi tekrar etmem gerekti. Bir akşam hastanın evine gittim, yanımda yine beni galeriye götüren o arkadaşım var. Üzerinde dişler bulunan sert alçılı kalıbı artikülatörden ayırmak için çekiçle tık tık vurmamla alçı çıt diye ortadan ikiye bölündü. Bu, her şeyin birkaç gün içinde sil baştan yapılması demekti ki dünyada yetiştiremezdim. Arkadaşımın, hastamın ve hastamın geniş ailesinin huzurunda bir güzel sesli sesli ağladım. Tüm gözler üzerimdeydi. Ve bana acıdıkları rahatlıkla anlaşılıyordu. Sonra nasıl olduysa aklıma bir fikir geldi. Bir kâşif gibi bağırdım: “Eğer bir Japon yapıştırıcısı bulabilirsek, meseleyi çözebiliriz.” Arkadaşım fırladı. Ben de peşinden.

Önümüze ilk çıkan bakkala daldık. Japon yapıştırıcı yoktu, ama uhu bulunurdu. İkinci, üçüncü… Bakkallarda o aradığımızdan yoktu. Bakkalların bizi yönlendirdiği küçük kırtasiye dükkânları ise karanlık pencereleriyle somurtuyorlardı bize. Biri, aşağılarda bir yerde büyük bir kırtasiyeci olduğunu, eğer açıksa aradığımızı orada mutlaka bulabileceğimizi söyledi.

Soğuk hava içimize işliyor, ıslak, çamurlu sokaklarda kırtasiyecinin olduğu söylenen yöne doğru yürüyorduk. O anda bulacağımız yapıştırıcının işimizi gerçekten görüp göremeyeceğini unutmuştuk âdeta. Onu bulmak başlı başına bir amaç haline gelmişti. Ama bu arada umudumuz iyice kırılmıştı. Keklikpınarı’nda keklik bulmak, Japon yapıştırıcı bulmaktan daha olası görünüyordu artık bize.

Tarif edilen kırtasiye dükkânını bulduğumuzda bizi bekleyen yine düş kırıklığı oldu. Evet, sokak aydınlıktı, dükkân gerçekten büyüktü, ama kapalıydı. Biz ikimiz gözümüzü dükkâna dikmiş öylece duruyorduk. Konuşmuyorduk, hareket etmiyorduk; öylece duruyorduk. Tezgâhını toplayan kasabın dikkatini çekmiş olacağız ki ne aradığımızı sordu. Bizi yanına alarak az ötedeki kahvehaneden kırtasiyeciyi buldu. Dükkân açıldı, Japon yapıştırıcı elimizdeydi.

Nefes nefese eve vardık. Alın bir düş kırıklığı daha. Alçıyı iş görür bir şekilde yapıştırmam kabil değildi. Yine gözyaşları…

Geç saatte yorgun ve üzgün evime vardım. Bu iş bitti dedim. Staj yattı diye düşünüyorum. Annem, kardeşim ve arkadaşlarımsa, dene, bırakma, mutlaka yetiştirirsin diye beni cesaretlendirmek için çırpınıp duruyorlar. İstemeye istemeye razı oldum. Neyse ki imzalar elimde, dişli provaya kadar hızla ilerleyebilirim. Tüm arkadaşlar yardıma koştu. Biz, laboratuvarı hastanın evine taşımışız âdeta, gece gündüz oradayız. Hasta memnuniyetsiz mi ne? Suratı çok kötü. Hastayım diyor. Biz bıkkınlığına yoruyoruz. Kızı da üzgün. “Annemi yarın doktora götüreceğiz,” diyor. Bizim işlerse gayet iyi, seri ilerliyor. Bu kez bir aksilik çıkmaz inşallah.

İşi bitirip akrili teptik. Eyvah, şu pöröz değil mi? Evet, evet, pöröz. Allah kahretsin!

“Ben demiştim, bu staj bitmeyecek diye. Görün bakın ne oldu?” Önüme gelene bağırıyorum.

Acilen hastanın evine gitmek gerekiyor. Telefon. Hastanede mi? Hastam gerçekten hasta olmuş, hastaneye yatırılmış. Ulus (Ankara) civarında göğüs hastalıklarıyla ilgili bir bölümde.

Şimdi ben nasıl hastaneye gidip prova yapacağım? Mümkün olur mu? Olsa bile hastaya ayıp olmaz mı?

İşlerim ne kadar kötüyse arkadaşlarım ve hastanın ailesi o kadar iyi. Hepsi birlikte, “ne olacak, git” diyorlar.

Hasta teyzenin dişlerini takacağı günü nasıl heyecanla hayal ettiğimi hatırlıyorum. Gitmek, benim de aklıma yatıyor.

Yanımda yine o vefakâr ve cefakâr arkadaşım, tuttuk hastanenin yolunu.

Kapıdaki görevli gayet sert ve keskin bir dille: “Giremezsiniz, bugün ziyaret günü değil, yasak,” diyor. Kısa bir tereddüt geçiriyoruz. Ben kafamda kapı görevlisini ikna edecek cümleler kurmaya çalışıyorum. Arkadaşım güvenli, buyurgan bir sesle “Ben asistan doktor Niyazi, acilen bir hastayı görmem gerek.” Bir yandan da alet edevat dolu çantadan beyaz önlüğünü çıkarıyor.

“Asistan doktor Niyazi,” verilecek yanıtı beklemeden kapıya yöneliyor. Ben, emirlere uyan ürkek bir er gibiyim. Görevli kararsız, biz kapıdan içeri geçip hızla merdivenleri tırmanıyoruz. Nereden bulduysa o adı, benim aklıma “Biz yine niyazi mi olacağız,” diye soru işaretleri takılıyor. Gerçekte bana ait olan önlük “Niyazi”nin üzerinde çok garip duruyor. O da zaten labirente benzer koridorların bir dönemecinde üstündekini çıkarıp bana giydiriyor.

Artık doktor benim, ‘Niyazi’ ise yanımda sessiz bir gölge.

Tarif iyiymiş, hastane karışık olsa da tabelalar iyi yol gösteriyor. Elimizle koymuş gibi odayı bulduk.

Teyzenin durumu pek iç açıcı görünmüyordu. Güçlükle nefes alıyordu. Kısa bir hal hatır sormanın ardından kolları sıvadık. Teyzecik, bitkinliği, acı çektiği yüzünden okunmasına rağmen hiçbir huysuzluk belirtisi göstermiyor, her denileni yapmaya çalışıyor.

Ben hemen bana lazım olan, asma motoru takacağım prizi arayıp buldum. Odanın tek prizi karşı yataktaki hastanın başucundaydı.

Teyze yan yat, teyze ışığa dön, biraz sabret derken işi tamamladım.

‘Niyazi’de bir kaş göz işareti. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ama ne? Bir de baktım ki ne göreyim, teyzenin başı un çuvalına batırılmış gibi. Ben telaşla çalışırken kadını ölçü malzemesine bulamışım.

Arada bir kapıya göz atıp el birliği ile teyzenin suratını temizlemeye çalışıyoruz. İnatçı mı inatçı meret, çıkmak bilmiyor. Teyze de elini yüzünde gezdirip yapışkan malzemeyi sökmemize yardım ediyor, bir yandan da “ziyanı yok, ziyanı yok” diye bizi rahatlatmaya çalışıyor. Neyse vaziyeti kurtarır gibi olduk. Teyze yorgun yatağına uzandı, biz de sinirlerimiz biraz olsun rahatlamış olarak, artık yakalansak da ne gam havalarında hastaneyi terk ettik.

Bu kadar kaza beladan sonra işi bitirdim. Artık finale yaklaşıyoruz. Hasta gelecek kliniğe, ben protezi takacağım, hoca bakıp imza atacak, tamam.

Bu arada ben her akşam hastanın evini arıyorum; durum nedir diye. Tetkikler tamamlanınca taburcu olacak diyorlar. Ah o gün bir gelse, hasta taburcu olsa, ben de dişleri takıp bu işten kurtulsam.

Evet, hasta, yattığı o hastaneden taburcu ediliyor. Ama aile fertlerinin kulağına bir de teşhis fısıldıyorlar: “Akciğer kanseri.”

Ben kelimenin gerçek anlamıyla yıkıldım. Şansıma lanet okuyorum. İnsanlıktan çıkışıma, insanlıktan çıkmaya zorlanışıma küfürler yağdırıyorum.

Geçen sene, hastası stajda trafik kazasında ölünce, “sırası mıydı şimdi ölmenin?” diye şikâyetlenen bir arkadaşı nasıl kınadığımı hatırlıyorum. Ölüm döşeğindeki kadına, “Okula gel, hocalara gösterip stajımı tamamlayayım,” dersem kendimi bağışlayabilecek miydim? Başkasını hor görürken kendimi affedebilir miydim?

İçimdeki ses insanlıktan çık da göreyim dercesine beni aşağılıyor. O sese bir de babamın sıkça tekrarladığı sözü eşlik ediyor: Küçük haksızlıkları hoş görürsen, zamanla büyük haksızlıkları da kanıksarsın.

Açıp yeniden, eğer okulu bitirirsem edeceğim yemini okuyorum: “Hastanın sağlığı baş kaygım olacaktır… Mesleğimin gereklerini vicdanım ve onurumla yerine getireceğim.”

Ve kararımı veriyorum: Takılacak protezin kendine yararı olmayacak, günleri sayılı bir hastaya diş yapmanın bir anlamı yok. Kadına yaşamının son günlerinde eziyet etmeyelim. Ben insanlıktan çıkamam, okul mokul, bunlar için yaşam boyu acı çekeceğim bir karar veremem.

Serüvenimizin başladığı yerde, o resim galerisindeyiz. Tanışma sırasındaki kadro Dikmen Vadisi’nin bir bölümüne hâkim bir odada çay içiyoruz: Hastanın kızı olan galeri çalışanı, aramızda köprü olan arkadaşım, namı diğer ‘Niyazi’ ve ben. Hepimiz üzüntülüyüz, suskunuz, göz göze gelmekten kaçınıyoruz. Dışarıya bakıyoruz. İçinde oturduğumuz şık, sıcak ve rahat galeri ile vadide görünen ve sanki bir ilkokul öğrencisinin kaleminden çıkmış gibi iğreti duran gecekondu evleri tam bir tezat oluşturuyor.

Suskunluğu ben bozuyorum; kararımı kesik kesik cümlelerle ama çok kesin olarak açıklıyorum. Kısa bir sessizlik. Hastanın kızı doğruca yüzüme bakıyor artık. Gözleri, içine biriken yaştan parlamış, göz kırpsa, damla olup yanağından süzülecek. Anlıyorum, kararımı onurlu buluyor. O dinlendirici sesiyle, ağır ağır söze başlıyor, acelesiz, aynı tempoda sürdürüp tamamlıyor: “Evet, haklısın. Kendi açından doğru olanı yapıyorsun. Evet, haklısın, bu dişlerin anneme bir yararı olmayacak. Ama annemin protezi takmaktan ne kadar mutlu olacağını sen de gördün. Hayatı çile içinde geçmiş bu insana son günlerinde küçük bir mutluluk yaşatmak, neden gayri ahlaki olsun? Sonra, annem hastalığının ciddiyetini bilmiyor henüz. Protezi takmamak, günlerin doldu, ihtiyacın kalmadı demek olur.”

Gözlerindeki parlaklık yaşa dönüşüyor, çoğalıyor. Hepimiz sessizce ağlıyoruz. Diyecek söz yok.

Hastam ertesi gün iki kolunda iki oğlu, arkasında öteki çocukları, oldukça bitkin bir durumda klinik kapısından içeri giriyor. Koltuk paydaşları anlayışlı davranıyor. Hastayı koltuğa oturttum. Dişleri taktım. Hoca gelecek. Neyse korktuğumuz gerçekleşmiyor, çok bekletmeden geliyor. Tümümüz, ben, hastanın çocukları, hasta koltuğunun boşalmasını bekleyen öteki hekim adayları; yalvaran gözlerimizi hocaya dikmişiz.

Hoca insafa mı geldi, yoksa dişler gerçekten iyi miydi bilmiyorum, tamam dedi ve imzayı attı.

Ben stajımı tamamladım, bir ay sonra da teyzenin ölüm haberi geldi.

Bu sade ama yüce gönüllü halk kadınının öyküsünün benimle ilgili bölümü buraya kadardı. Bir kez daha duyumsadım ki, ölüm ve ölümsüzlük üzerine yazılmış eski bir masalda anlatıldığı gibi, insanın ilkçağdan bu tarafa o iyi ve özverili özü hiç değişmemişti.

Şimdi İstanbul’un bir kenar semtinde hekimlik yapıyorum. Hastalarım, o teyze gibi yoksul insanlardan oluşuyor burada da. Ne zaman bir yanlışlık, bir haksızlık yaptığım hissine kapılsam o teyzenin hayali belirir gözümde. Beni, ticaretin girdabına kapılmaktan, parası çıkışmayan hastayı azarlamaktan, ileride huzursuzluk duyacağım olumsuzluklardan o korur.

* Bu öykü, İstanbul Diş Hekimleri Odası’nın 22 Kasım Ulusal Diş Hekimliği Günü dolayısıyla düzenlediği öykü yarışmasında birincilik ödülü almış ve Oda’nın yayın organı İDO Dergi’nin Kasım 2001 tarihli 81. sayısında yayınlanmıştır.

DİĞER HABERLER

TÜMÜNÜ GÖSTER